Dr. Alp OKUTUCU

Fonksiyonel Tıp

Image

SEBZELERİ SAKIN SİRKELİ SUDA BEKLETMEYİN

Sebzeleri sirkeli suda bekletmek,” eski güzel günlerden” kalan çok yaygın bir uygulama. Sadece bizde değil, dünyada da ev hanımları arasında çok popüler. Neden “eski güzel günler” dedim: Eskiden tek derdimiz sebzedeki mikropları parazitleri temizlemekti. Bugün de amacınız buysa, sirke aradığınız şeydir.

Fakat bugün artık eski salgın hastalıkların devri geçti. Cüzzama frengiye penisilini “basıp” kökünü kuruttuğumuz güzel günler mazi oldu. Şimdi evellalah kansere, kemoterapötikleri, diyabete felce Parkinson’a da hapları “basıyoruz” ama köklerinin kuruduğu falan yok. Devir artık kronik hastalıklar devri. Artık mikroptan değil, kronik hastalıklardan sürünüyor ve ölüyoruz.

Sebzelerdeki pestisit ve herbisit (böcek ilacı ve ot ilacı) kalıntılarını daha güçlendirmek, daha da “etkili” hale getirmek isterseniz sirkede bekletin. Tabii hem böceğe hem kendi vücudunuza karşı! Zaten o yüzden tarım ilaçlarının kullanma kılavuzunda “asitli suyla karıştırın, alkali değil” diye yazıyor. Bu yolla sözü geçen zehirlerin %90’ını daha güçlü ve daha zararlı hale getirebilirsiniz.

Yok, temizlemek istiyorsanız, litre başına 2 tatlı kaşığı karbonat erittiğiniz suda yarım saat bekletin. Yapraklı sebze ve otlardaki ilaçların tamamına yakını “alkali hidroliz” denen bir işleme uğrayarak parçalanacak ve yok olacaktır. Meyve kabuklarının da çok büyük kısmı temizlenecektir. İçine nüfuz edenler tabii ki var, ama sonuçta ilacın büyük kısmı kaybolacaktır. İşlem bitince durulayın. Bir cihazınız var ve daha da alkali, pH:9 ve üstü su elde edebiliyorsanız silahınız daha da etkilidir.

Sirkeli suda bekletirseniz bunun tersi olacak, pestisitler daha dayanıklı, vücut tarafından temizlenmesi daha zor ve daha zararlı hale gelecek. EN AZINDAN BUNU YAPMAYIN!

Asit, Alkali, Sirke, Sirkeli suda bekletmek derken..
KAFASI KARIŞANLARA
Kısa Soru-Cevaplar Dizisi: 1

S: Tamam sirkeli suda bekletmeyeceğiz. İyi ama salataya sirke de koymayacak mıyız?

Y: Haklısınız mükemmel dünya artık yok. Gene de yanıtlamaya çalışırsak: Salatalarda kullandığımız yeşillik ve otlar neredeyse tamamen “yüzeyden” oluşuyor. Bu nedenle, gramajları başına çok fazla ilaç tutuyorlar. İşte bu yüzden, otları litreye 2-3 tatlı kaşığı bikarbonatlı suda bekletmek, böylece pestisitleri zararsız hale getirdikten sonra durulayıp salataya koymak en iyisi. Artık sirke ekleyebilirsiniz. Bikarbonattan sonra neden duruladın derseniz, bikarbonatın fazla sodyumunu ve pestisit parçalarını temizlemek için.

S: Otlar çok ilaç tutuyorsa salata yemeyelim mi?

Y: Yiyin ama bence, “kendi pestisitini zaten kendisi temizleyecek” yararlı şeyleri tercih edin. Aysberg, marul gibi boş şeyler yiyeceğinize roka, mor lahana, ıspanak, fesleğen, nane gibi şeylere ağırlık verin. Biber pestisit deposu. Temizlemeden yemeyin. Çileğe gelince, ha çilek yemişsiniz, ha ekmeği pestisite banıp yemişsiniz. “O kadar mı?” Evet, o kadar!

S: Bin yıllık mevzu: Sirke her derde deva diyorlar. Hatta aynısı limon için de söylenir. Demek ki bu sirke denen şeyin içinde çok temel ve yararlı bir madde olmalı. Peki, nedir bu madde, “bin yıldır” neden kimse açıklamaz? Hadi limonda C vitamini var, sirkede ne var? Yoksa bunlar şehir efsanesi mi?

Y: Hayır efsane değil. Sirke ve limon düzenli kullanıldığında gerçekten çok yararlı. Sirkenin doğal fermente sirke olması şart. Bu nedenle faydası içindeki “probiyotikten” geliyor diye bir söylenti çıkmıştır ama altı boştur. Sirkenin içinde ismini sirke asitinden yani asetik asitten alan “Acetobacter” bakterileri bulunur ama bunlar da ne yazık ki probiyotik olma kaabiliyetine sahip değildir. Peki, ne var diyeceksiniz: Sürpriz: Neredeyse hiçbir şey yok! Olsa zaten beş yüz yıldır bir açıklayan olurdu. Sirkenin tüm faydası, kendisi asit yapıda olmasına karşın, midedeki özel asit pompasıyla yapılan bir değiş-tokuş sayesinde mideden kana alkali olarak geçmesi. Bu yüzden temizlikte, mikrop öldürmekte asit. İçene kadar ya da salatada gene asit, ama midede artık alkali.

Roka
Roka: “Sıradan bir yeşillikten çok öte, bir süperstar”

Önce size bir sır vereyim: Tipi pek göstermiyor evet, hatta “Bu olsa olsa marulun kuzenidir” dersiniz ama gerçek farklı: Roka, brokolinin çok yakın akrabası. Brokoli ile kardeş, turp ve lahana ile amca çocuğu diyebiliriz.

Demek ki roka, başımızın tacı turpgiller yani lahanagiller ailesinden. Zengin folik asit, K vitamini, magnezyum ve potasyum içeriğini hadi bir kenara koyalım. Rokayı roka yapan, ailenin diğer üyeleri gibi GİİKOZİNOLAT denilen bir madde içermesi. Bununla da kalmayıp, bu maddeyi çok güçlü kanser savaşçısı bir başka maddeye, İZOTİYOSİYANAT'a çevirmek için gereken enzimi (MİROSİNAZ) de bulunduruyor. Biz rokayı ağzımıza atıp çiğnemeye başladığımızda da, bu ikisi birbirine karışmış oluyor. Yani dişlerinizle izotiyosiyanat imalathanesi açtınız gitti! Pusuda bekleyen kanser hücresi varsa, vay haline.

İzosiyonatlar gün boyunca maruz kaldığımız kanserojenleri (yediğimiz “çöp hükmünde gıdalardan”, kozmetiklerden, kaplamalardan, soluduğumuz havadan, giydiğimiz kıyafete kadar artık bir toksin denizi içinde yüzüyoruz) temizler, zehirli etkilerini azaltır, onları zararsız hale getirmek için var gücüyle çalışan karaciğere de destek çıkmış olurlar.

ROKA ve KIRMIZILAHANA, çok değerli lahanagiller ailesi içinde de, bir özellikleriyle bir adım öne çıkıyor: Bu ikisini de pişirmeye gerek kalmadan, yani mirozinaz enzimini öldürmeden yemek mümkün. Hem de afiyetle!

Mikrobiata

Bakteri, virüs, parazit ve mantarlardan oluşan, vücudumuzda yaklaşık 1-1.5 kg ağırlığında yer kaplayan, insan hücrelerinden 10 kat fazla hücreye ve 150 kat fazla gene sahip olan mikrobik topluluğa mikrobiyota diyoruz. Mikrobiyotadaki yararlı, zararlı ve oportunist yani fırsat bulduğunda zararlı olabilen mikroorganizmalar bir denge içinde yaşarlar. Sayıları yaklaşık 100 trilyonu bulan bu mikroorganizmaların % 90’ı barsaklarımızda olmak üzere ağzımızda, midemizde, cildimizde, genital organlarımızda yani bedenimizde, bizimle birlikte yaşarlar ve tüm hayati süreçlerimize etki ederler. Yıllarca steril olduğunu düşündüğümüz amnion sıvısında (bebeğin geliştiği rahim içi ortam) dahi bulundukları saptanan bu mikrobiyal topluluk için artık ‘’yeni bir organ- süper organ’’ tanımlamaları yapılıyor.

Vücudumuzda oldukça önemli fonksiyonlara sahip olmasına rağmen yıllarca önemsenmeyen bu süper organ; sindirim sisteminde, bağışıklık sisteminde, enerji dengesinde, beyin fonksiyonları ve davranışlar dahil pek çok alanda önemli rol oynar. Sağlıklı barsak mikrobiyotası sindirilemeyen besinleri parçalayarak vücuda yararlı hale getirir. Patojenik bakterilerin çoğalmasını engeller, barsak immunitesinde önemli rolü olan sekretuar Ig A’nın salgılanmasını uyarır. Beden için gerekli vitaminlerin (B1, B2, B6, B12, K)  üretimine, vücuttaki toksin ve atıkların zararsız hale getirilip atılmasına da yardımcı olur.

Kısacası mikrobiyotamız sağlıklı ya da hastalıklı olmamızda başroldedir.

Bu süper organ yaşamın ilk üç yaşında oluşmakta olup yapısı her insanda farklıdır.  Yani parmak izi kadar bireye özgü özellikler gösterir. Oluşumunda bebeğin doğum şekli (vajinal/ sezaryen), annenin vajinal ve barsak florasının özellikleri, doğum sonrası bebeğin beslenme tarzı (anne sütü, hazır mama vb.)  yakın çevre florası, genetik gibi pek çok faktör etkili olup, yaklaşık 10 yaş civarında da gelişimini tamamlar.

Burada özellikle doğum şekline dikkat çekmek önemli. Günümüzde tıbbi bir zaruret olmaksızın sezaryen doğumun gerek anne gerek doktorlar tarafından fazlasıyla tercih edildiği ve sezaryenle doğan bebek sayısının her geçen gün arttığı bir gerçek. Oysa vajinal yolla doğan bir bebeğin sezaryenle doğana göre 1-0 hayata avantajlı başladığı bilinse yine de sezaryen tercih edilir miydi?

Şimdi her iki doğum şeklini birlikte inceleyelim;

Bebek vajinal yolla doğduğunda ilk karşılaştığı mikrobiyota annenin vajinasında bulunan laktobasiller olmakta ki bu bakteriler bizim için dost bakteriler olup, barsağımızda özellikle bulunmasını istediğimiz bakterilerdir. Bebek ilk olarak barsağına bu bakterileri alıp, sonrasında da aslında çok önemli bir probiyotik olan anne sütü ile beslenirse, sağlıklı mikrobiyota oluşması için en önemli adımları atmış olur. Tüm bunların sonucunda ise bağışıklık sistemi gelişir,  böylece hastalıklardan korunarak ve gereksiz yere antibiyotik kullanmak zorunda kalmayarak, sağlıklı hayata bir adım önde başlar.

Oysa sezaryenle doğan bebek ilk olarak annenin, doktorunun, ebesinin yani her kim ile temas etmişse onların cilt floralarında bulunan stafilokok, streptokok, difteroid basiller  gibi barsak için sağlıklı olmayan bir mikrobiyota  ile karşılaşır ve bu bakteriler barsağa kolonize olur, yani yerleşir, dolayısıyla sağlıklı mikrobiyota elemanlarının da yerleşmesine engel olur. Bir de bebeğe ilk olarak anne sütü yerine mama verildiyse (bazı hastanelerde annenin sütü olmasına rağmen ilk olarak mama veriliyor! ) bebeğin barsağı için elzem olan anne sütü de barsağa etki edemeyecek, tüm bunlara bağlı bebeğin bağışıklık sistemi yeterince gelişemeyecek, bebek sık sık enfeksiyon geçirecek ve antibiyotik kullanmak zorunda kalacak, bu durum ise zaten yeterince oluşmamış mikrobiyotayı daha da bozacak ve kısır döngü halinde devam edecektir.

Barsakta yararlı, oportunist ve patojenik mikroorganizmalar arasındaki denge sağlıklı mikrobiyota lehine olmalıdır. Eğer  bu denge bozulursa, patojen mikroplar ve fırsatçılar artar  ve disbiyozis yani anormal barsak mikrobiyotası oluşur. Bunun sonucunda barsak bariyeri bozularak sızdıran barsak sendromu (leaky gut)’na davetiye çıkararak, kronik inflamatuar hastalıkların gelişimine zemin hazırlar.

Disbiyozisin başlıca nedenleri arasında;

-Raf ömrü uzun ve katkı maddeleri içeren rafine besinlerle batı tarzı beslenme alışkanlığını

-Aşırı ve gereksiz ilaç kullanımını (proton pompa inhibitörü mide ilaçları, antibiyotikler, non-steroid antiinflamatuvar ağrı kesiciler vb.)

Son yıllardaki bilimsel ve teknolojik gelişmeler sayesinde tarımsal faaliyetler oldukça kolaylaştı. Artık eskisi gibi elle zararlı otlar toplanmıyor. Zeytin ağaçlarındaki sineklerle mücadele için ağaçların arasına badem ağaçları dikilmiyor (Oysa atalarımız badem ağacından sızan reçinenin zeytine zarar veren sinekleri toplayarak bertaraf ettiğini biliyorlardı). Ekim nöbeti yani yabani ot, zararlılar ve hastalık etmenlerinin azaltılması için her yıl farklı ürün ekimi yapılmıyor ya da çiftlik gübreleri ( tüm büyükbaş, küçükbaş ve kümes hayvanların dışkılarından elde edilen gübreler) artık kullanılmıyor veya çok az kullanılıyor. Çünkü tüm bunları yapmak hem çok fazla emek istiyor hem de günümüzde ekonomik karlılığı oldukça düşük kaldığı için daha kolay ama bir o kadar da zararlı kimyasallar tercih ediliyor. Artık GDO’lu yani genetiği değiştirilmiş tohumlarla, aşırı ve bilinçsizce kullanılan kimyasal gübrelerle, bitki büyüme düzenleyicileriyle (hormonlar) ,pestisitlerle (böcek öldürücüler, mantar öldürücüler vb) en kısa sürede en fazla verim alınmaya çalışılıyor.

Oysa II. Dünya savaşına kadar topraklar, savaşta kullanılan patlayıcıların ana maddesi olan azotlu bileşik amonyum nitratla ( II. Dünya savaşı sonrası azot gübresi olarak kullanılmıştır!) ya da  sinir gazı olarak kullanılan organofosfatlarla (savaştan sonra  güçlü bir insektisit yani böcek öldürücü  olarak tarımda kullanılmıştır!) tanışmamış ve kirlenmemişti. Ve bu temiz topraklarda yetişen meyve ve sebzelerin görünüşleri günümüzdekiler gibi tornadan çıkmış şekilde değil yamru yumru, kurtlu ama bir o kadar da lezzetli, vitamin ve minerallerden zengin ve insan sağlığına çok faydalı ürünlerdi.

Ekonomik karlılığı artırmak için bilinçsizce ve aşırı miktarda kullanılan kimyasal gübreler ve tarımsal ilaçların bitkiler üzerinde bıraktığı kalıntıların yanında, bu maddelerin yıllarca toprakta birikmesi, ayrıca yer altı kaynak sularına sızarak hem çevreyi kirletmeleri hem de buralarda yaşayan insan, hayvan ve bitkiler üzerinde yarattığı zararlar saymakla bitmez. Başta kanser olmak üzere her gün bu kimyasalların insana verdiği zararlara bir yenisi eklenmekte ve sağlıklı yaşam sürdürebilmek gittikçe zorlaşmaktadır.

Beyaz Tehlikelere Bir Tane Daha Eklemenin Zamanı Gelmedi Mi?

Eğer bir arkadaşınız size bir içecek verseydi ve bu sizde hazımsızlık, gaz, şişkinlik, alerji, egzema gibi rahatsızlıklara neden olsa idi, yetmiyormuş gibi kanser riskinizi arttırsa ve daha kırılgan kemiklere sahip olmanıza neden olsa idi, tekrar içmek ister miydiniz? Muhtemelen cevabınız ‘hayır’ olacaktır. Peki, neden adına ‘’süt’’ denilen ve bize bunları getirebilecek bir maddeyi bardak bardak tüketmekte ısrarcıyız?

Doğada sütten kesildikten sonra süt tüketmeye devam eden ve kendi türü dışındaki canlıların sütünü içen sadece insanlar farkında mısınız?  Başka canlıların yavruları için salgıladıkları bir maddeyi alabiliyor olmamız, onu tüketmemizi gerektirir mi? Ya da doğayı kendimize uydurmuş olmamız, vücudumuzun bu değişikliklere adapte olmasını sağlar mı?

Günümüz inekleri büyüme hormonları, alerjik proteinler, antibiyotikler ve kansere neden olduğu gösterilmiş büyüme faktörleri ile dolu olsa da reklamlarda dağlarda otlayıp halay çeken mutlu inekler görüyoruz.

Zararlarını halı altına süpürüp, faydalarını sıra sıra yazan ‘’bilimsel’’ çalışmalar ise bize tam aksini söylüyor. Bu noktada sizden sadece mantığınızı kullanmanızı istiyorum. Çünkü cevaplar oldukça basit, eğer buzağı değilseniz, süt size iyi gelmeyecektir!

Süt endüstrisini kalkındırmak sizin ve çocuğunuzun sağlığından önemli olmasa da, okullarda günlük ücretsiz süt dağıtımı işin ciddiyetini gözler önüne serer gibi. Bunun bize getirisi ise oldukça üzücü… Daha küçücük yaşta kronik hastalıklara sahip bir nesil…

Kısacası eğer laktoz intoleransınız var ise sütten olabildiğince uzak durmalısınız, ancak laktoz intoleransınızın olmaması sütün diyetinizde önemli bir yer teşkil etmesini gerektirmiyor.

Neyse ki haberler o kadar kötü değil, kalsiyum alabileceğiniz başka birçok kaynak var. Roka ilk aklıma gelen güzel örneklerden. İnekler kendi kalsiyum ihtiyacını ve ürettikleri sütteki kalsiyumu ot yiyerek sağlayabiliyor ise biz neden tek kalsiyum kaynağı süt gibi düşünelim?

Yakın zamanda 600.000 kişi üzerinde yapılmış çalışmada tereyağı tüketiminin diyabet ve kalp hastalıkları ile ilişkili olmadığı gösterilmiş. Bu ne demek? Doğal ortamda büyümüş ve bahsedilen tehlikeli maddelere maruz kalmamış hayvandan üretilmemiş ise tereyağını çok büyük miktarlarda olmadan tüketebilirsiniz. Aynı şekilde sağlıklı peynir türlerini de tüketmeye devam edebilirsiniz. İçerdiği kazein tipinden dolayı (A2 Kazein) ve anne sütüne en yakın süt türlerinden olması nedeni ile keçi sütü de size bir alternatif olabilir. Keçi sütü aynı zamanda içerdiği sağlıklı yağ asitleri ile beyin fonksiyonlarını destekler ve A vitamini ile cildinizi güzelleştirir.

Sağlıklı ve sürdürülebilir bir hayat istiyorsak yaşam tarzımızı, tükettiklerimizi ve bunların kendimize, ailemize, çevreye, doğaya olan etkilerini düşünmenin zamanı geldi. Çünkü görünen o ki, tüketiciler bilinçlenmediği sürece üreticilerin insafına kalmaya devam edeceğiz.

D Vitamini Konusunda Bir Öz Savunma (Meşru Müdafaa)

Her hastaya D vitamini öneren Doktor: Buyurun işte  “O” tam da benim!

Sadece hastalara değil, konu komşuya, hasta yakınlarına, aileye, birçok çalışma arkadaşıma da öneriyor ve kendim de kullanıyorum. Neden mi? İşte öz savunmam:

En büyük sorun yaşam şartlarımız değiştiği için D vitamini üretemiyor ve yeterince alamıyor olmamız:

İnsanoğlunun gelişiminden başlayalım; avcı toplayıcı olarak başlamışız bu yolculuğa ( en büyük sorun da fizyolojimiz, biyokimyamız da hala o çağlarda kalmış, “gelişen” hayat şartlarına uyum sağlayamamış). Çiğ sebze, mantar ve ot toplayıp yiyoruz, meyveler ekşi orman meyvesi, artık nerdeyse sadece internette bulabildiğimiz yaban mersini, böğürtlen gibi “yabani” meyveler (yaklaşık  %5-10 D vitaminimizi aldık).  Bütün gün çıplak dışarıdayız  (%80 D vitaminimizi yaptık),  arada da avlanıyoruz; sadece güneşte dolaşan hayvanlar ile besleniyoruz ( bunlarda da D vitamini dolu: %15- 20 daha ilave edelim = depolar çoktan doldu). Böyle olsa hiç sorun yok.

Gelelim bu yüzyılın başına: nüfusun yarısı çiftçi/köylü hep dışarıdalar (onlar az da olsa gene yeterli sentezi yaptı azından). Çocuklar parkta oynuyor, okula yürüyerek gidiyor, bahçede top oynuyor (sanal top değil sahici), yetişkinler de güzel elbiselerini giyip,  mutlaka bir ara “çarşı pazar (AVM değil)”dolaşıyor, bir çay bahçesine gidiliyor, balkonlarda oturulup uzun uzun sohbetlerle akşam serinliği bekleniyor. Arabaların üstü açık, olmasa da penceresi mutlaka açık (en azından şu hala inatla savunulan meşhur “ normal erişkinlerde günlük alınması gerekli doz = 400 I.Ünite” yetti sanki). Bundan 30 yıl önce D vit seviyelerinin önemi bu kadar bilinmiyordu ama klinik olarak bu kadar “ağrılı, depresif”  hastalarla da karşılaşmıyorduk.

Gelelim günümüze, kendime:  Özetle Jetgiller gibiyim!  Ev  klimalı, iş yeri klimalı, araba klimalı (24 saat cam arkasındayım, D vit %0), ben pantolonlu (bazen=yılda 3-5 kere kendimi etek/elbise giyip arabadan eve güneşli taraftan yürümeye, bazen de arabada pencereyi açıp kolumu dışarı çıkarmaya  zorluyorum!) , denize girmek yerine “temiz” kapalı havuzlarda yüzüyorum. Hasta bakmak=ekrana bakmak, telefon ve televizyonu da sayarsak günde 10 saatten fazla doğal olmayan ışıkla  baş başayım. Değil güneşi, gün ışığını bile unutmuş durumdayım. Bu sanırım “elimden, o da olmasa kelimden yeteri kadar güneş görüyorum” diye iddia eden hastalardan daha kötü, ama aylarca “mikrop kapmasın” diye (!) hiç sokağa çıkartılmayan bebeklerden biraz daha iyi bir durum. Benim ya da benzer şekilde yaşayanların D vit düzeyinin yeterli olması mümkün mü?

Başka hangi nedenler yatıyor bu yetersiz D vit değerlerinin altında? Kullandığımız ilaçlar, hava kirliliği , elektromanyetik alanlar ve diğer çevresel faktörler, yeme alışkanlıklarımız ( paketli gıdalar) D vitamini daha da azaltan sebepler.

Peki, D vitamini  eksikliği nelere yol açar?

  • Hastalık ve enfeksiyonlara yatkınlık
  • Yorgunluk, halsizlik
  • Kemik ve sırt ağrıları
  • Depresyon
  • Yara iyileşmesinin yavaşlaması
  • Kemik erimesi
  • Saç kaybı ( kadınlar dahil)
  • Kas ağrıları en sık görünen yakınmalardandır.

Genelde sırt ağrıları, kemik ve kas ağrıları D vitamini eksik kişileri benim gibi FTR uzmanlarına getiren en önemli sebeplerden. Ben de son yıllara kadar bu hastalara çeşitli tanılar koyup ilgili ilaçları veriyordum. Şimdi aynı zamanda neredeyse tüm hastalarımı D vitamini koruması altına alıyorum.

Örneğin Ağrısı olanları  ve bu nedenle yaşam kalitesi bozulan ve uykusuzluk çekenlere  ameliyat olmuşlar dahil tüm fıtıklara  , her türlü kırık, burkulma, incinme özellikle omuzun zedelenmelerinde, ana tedavi olarak, inme, Parkinson, polinöropati, karpal tünel sendromu gibi diğer bazı hastalıklarda da mutlaka D vitamini desteği kullanıyorum.

Kemik kaybı varsa D vitamini  olmazsa olmaz, bu durumda  takviye vermemenin artık etik dışı olduğundan söz ediliyor.

D vitaminimizi normale getirmekle birçok hastalık daha iyiye gidiyor, bununla ilgili ufak bir liste sunuyorum

  • Hipertansiyon, koroner hastalıklardan ölüm, Kalp Damar Hastalıkları, kalp krizinde daha çabuk toparlanma
  • Çocuklarda: Raşitizm, kısalık, İnsuline bağlı diabet, Konjestif kalp yetmezliği, Orta kUlak iltihabı, Otizm, dikkat eksikliği hastalığı (ADHD),  büyüme ağrıları, yağlı karaciğer, kızlarda idrar yolları iltihaplanmaları
  • grip, , Hepatit-C, İdrar Yolları enfeksiyonu, solunum cihazı ile ilgili pnömoni, Sepsis,
  • düşmeler, kalça kırıkları, travmaya bağlı ölümler,
  • Meme Kanseri, Prostat kanseri, ve diğer kanserler
  • Menstrual ağrı, gebelik ve sezeryan riskleri, Gebelik Şekeri (gestasyonel Diabet), Düşük Doğum Ağırlığı, Anne sütünde Vitamin D düzeylerinin düzelmesi, Erken doğum, preeklampsi, , Vajinozis (vajina enfeksiyonları), doğum sonrası depresyon
  • kronik böbrek yetmezliği, hemodiyaliz
  • Kistik Fibroz, Tüberküloz, Solunum yolları enfeksiyonları, Astım, KOAH,
  • orak hücre hastalığı, Kan kanserleri,
  • ginjivit ( diş eti iltihabı),
  • yaşlılarda kas kuvvetsizliğinde, antibiyotik alımında azaltma,
  • Depresyon,
  • kronik ürtiker, siğil, zona, Egzama
  • TipI (insüline bağlı) diyabet, Kolesterol seviyeleri, kilo verme, Prediyabet ( sınırda şeker hastalığı), Metabolik sendrom,  Alkole bağlı olmayan karaciğer yağlanması, bel çevresinde genişleme
  • Huzursuz bacak sendromu
  • Kron hastalığı, IBS ( iritable barsak sendromu),
  • Küme tipi başağrısı, Vertigo
  • ALS, demans ( bunama)
  • saman nezlesi, Ev tozu /akar allerjisi,
  • Yaşam Kalitesi, yoğun bakım ünitelerinde daha çabuk iyileşme, yorgunluk, uyku bozukluğu,

Özetle D vitaminimiz dolayısıyla hem kişisel sağlık, hem toplumun hem de kadın ve çocukların sağlığı  “gelişen” yaşam koşullarımız nedeniyle tüm dünyada ciddi risk altında,  D vitaminimizi düzeltmek, yaşam koşullarımızı tamamıyla düzeltmek imkânsız olduğu için, az-çok destek kullanmak zorundayız.

Peki nasıl kullanalım?  (önce lütfen doktorunuza danışınız!)  Yeni birçok yayın aksini savunsa da vitamin fazlası konusunda hala tartışmalar sürmekte, bu yüzden hekim kontrolü,  şart,   kendi başımıza hele yüksek doz ( ampulü kırdım içtim diyenler bu lafım özellikle size!)  kullanmak önerilmez.

Ne sıklıkta kullanılmalı; ( lütfen doktorunuza danışınız!) günlük, haftalık aylık – Çalışmalar ve tartışmalar sürüyor. Benim önerim; doğala yakın günlük kullanım, haftalık da olabilir.

Yanında ne kullanmalı? ( lütfen gene önce doktorunuza danışınız!) Yağda çözünen diğer vitaminler: K2, A, E, ayrıca magnezyum, kalsiyum, çinko vd gene doktorunuzun önereceği şekilde desteklenmeli.

Tedavi dozları, süreleri ve normal kişilerde alınması gerekli destek miktarı da doktor tarafından, yaş, ten rengi, kilo, D vit desteğinin esas ne için verileceği ( kemik sağlığı, romatolojk hastalık, enfeksiyon,  ağrı, yaralanma vb)  ayrıca eşlik eden hastalıklar ve kullanılan diğer ilaçlara göre,  gerekirse de  kan seviyeleri ölçülerek hesaplanmalıdır.

Vitamin D düzeylerini yükseltenlere iki güzel haber daha var:  Bu kişiler hem doktora daha az gidiyorlar, hem de daha uzun yaşıyorlar.  Peki, D vitamini, gerçekten bazı makalelerde iddia edildiği gibi  “The Death D-fying ( Ölüme meydan okuyan)  vitamin” mi? Bunu sanırım zaman gösterecek. O zamana kadar ben elimden geldiğince herkesi D vitamini koruması altında tutmaya devam edeceğim.

Hormon Replasman Tedavisine İlişkin Bildiklerinizi Unutun!

Tıp tarihinde, menopoz sonrası (post-menopozal) kadınlarda hormon replasman (yerine koyma) terapisi (HRT) kadar tartışmalara yol açan konu çok azdır. Aynı zamanda da, tıbbın bugün gelip dayandığı basite indirgeyici yaklaşımın nasıl olup da “kanıta dayalı bilimsel tıp” adı altında böyle yaygınlaşabildiğini, tıp dünyasının fizyolojiden ve “Tabiat Ana” dan uzaklaşarak nasıl toplu bir akıl tutulması yaşayabileceğini ve bunun altında yatan ekonomik mekanizmaların orta yerde duran anormali nasıl olup da; normal olarak bizim kafamıza yerleştirebildikleri hakkında konuşmak için de daha iyi bir örnek bulmak zor.

1980’lerin başında, henüz inflamasyonun moleküler biyolojisi hakkında bilgilerimiz oturmamıştı.  “Kolesterol damar hastalıklarının esas sorumlusudur” denip çıkıldı ve bu basit bakış, ilaç firmaları tarafından kahramanca desteklendi. Fakat bu yanılgı (ya da yanıltma diyelim),  hormon replasmanı için ilaç firmalarının ürettiği hormonsuları kullanmak ve bunların vücuda veriliş yollarında kör parmağım gözüne, bile bile tabiat-dışı yollara sapmaya göre çok daha hafif bir “suç”  sayılmalı.   Kadınlara verilen (ve verilmeyen!) hormonların film gibi hikayesi, zaten baştan “olmayacak iş” durumundaki yanlış bir pozisyonu sonuna kadar (ve bugün hala!) zorlayarak milyonlarca kadının acı çekmesine neden olan bir trajedidir.

Birkaç bölümden oluşacak bu yazı dizisinde her noktayı açıklayacağız ancak özetle olan biten şudur: 

1- Kadınlara gerçek hormonlar değil, onların taklidi fabrikasyon hormonsular verildi. Ülkemizde de doktorlarımızın “estrojen, progesteron, testosteron” niyetine (!) bizlere verdikleri hormonsular, kanımızda dolaşan hormonlardan molekül yapısı olarak çok farklıdır!

2- Bu “hormonsular” hem de tabiat-dışı, doğada olan bitene aykırı yollarla verildi

3- Gözlenen sürpriz (?) kötü sonuçlar, doğru dürüst değerlendirilmeden, yalapşap ve abartılı yorumlarla  medyaya olağanüstü sansasyonel bir biçimde servis edildi

Ortaya çıkan orantısız panik, hastaları ve doktorları hormon replasmanından uzağa itti. O gün bu gündür yetişen koca bir nesil doktor, hatta kadın hastalıkları uzmanı ve endokrinolog, hormon replasmanı ve doğal hormonlar hakkında neredeyse hiç bir şey öğrenme fırsatı bulamadı. Olan kadınlara oldu

Böylece yanlış hormonlar, yani taklit hormonsularla kör parmağım gözüne yanlış yapılan bu uygulama, sadece buna maruz kalan kadınları etkilemekle kalmadı: Bu korku, o günden sonra milyonlarca kadının fizyolojiye, tabiata uygun bir hormon tedavisi şansını kaçırmasına ve kemik erimesi, adale kaybı, damar sertliği, hafıza sorunları ve bunama, vajinal atrofi, idrar kaçırma, kilo alma, uyku sorunları, depresyon, ağır seyreden diyabet ve daha bir dizi sorunla yaşamaya razı olmalarına, yüz binlerce kadının kalp krizi, felç, bunama gibi nedenlerle hayatlarını boş yere daha erken kaybetmelerine de neden oldu ve olmaya devam ediyor (Philip M. Sarrel, The Mortality Toll of Estrogen Avoidance: An Analysis of Excess Deaths Among Hysterectomized Women Aged 50 to 59 Years, Am J Public Health, 2013)

Kadınlara verilen (ve verilmeyen!) hormonların hikayesi, premenstruel sendrom (PMS), endometriosis,  post-menopozal HRT, memenin kistik hastalığı ve meme kanseri, menopoz çevresindeki yıllarda sayısız kadında migrenler, uyku bozuklukları, libido kaybı, kilo verememe gibi yakınmalar, polikistik over sendromu (PKOS), endometriosis gibi sorunlar yolu ile toplumda gerçekten çok fazla sayıda kadının canını sıkan bu rahatsızlıkların tamamına dair bir hikaye. Menopoz sonrası dönemde beyin ve  kalp-damar sistemlerinin gerekenden çok daha erken ve çok daha hızlı çökmesine, diyabet, koroner arter hastalığı, kolon ve meme kanserlerine adım adım ilerlemesine, cilt yaşlanmasına, kemik erimesine, ürogenital organlarda zayıflama, idrar kaçırma ve cinsel işlev fonksiyon bozukluklarını kader kabul etmesine ilişkin bir hikaye. Hatta yıllarca süren ve yaşam kalitesini bozan o sıcak basması ve gece terlemelerinden bahsetmiyoruz bile, çünkü burada sözünü ettiğimiz şey esas olarak semptomatik iyileşme değil, başta beyin olmak üzere organlarımızın gereksiz yere baş aşağı gitmesi.

Şimdi bu film gibi hikayenin değişik tarihlerinden birkaç fotoğraf çekelim. Daha sonra neler olup bittiğini birlikte yorumlayacağız.

Antibiyotiklerin keşfini takip eden, “kimyasallar yoluyla daha iyi bir yaşam” fikrinin yükseldiği 1950’li yıllarda, kadınların menopoz sonrası sağlıklarında gözle görülür düşmeyi engellemek amacı ile hormonlar üretilip kullanma fikri ortaya atıldı. Bundan sonrası, birçok kadın için doğru olan bir hedefe (yani hormon replasmanına) yanlış araçlarla ve yanlış bir yoldan çıkılmasının hikâyesidir.

Her şey, Robert Wilson adındaki bir İngiliz doktorun yazdığı best-seller kitapla “patladı”: Feminine Forever (sonsuza dek kadınsı) adındaki bu romanın etkisi büyük oldu. Dr. Wilson, tüm Amerika’yı dolaşarak doktorlara ve topluma, menopoz sonrası eksilen estrojeni yerine koymak gerektiğini anlattı. Dr. Wilson’ın Wyeth ilaç firmasının desteğiyle bahsettiği “estrojenler”, insan vücudunda doğal olarak bulunan estrojenlerden molekül yapısı olarak çok farklıydı.

Bunu gören aklıselim sahibi doktorlar, deneylerde kullanılacak olan bu sentetik maddelerin kötü birer taklit hormonsular olduğunu,  insan vücudunda estrojenin daima progesteron ile bir dengede olduğunu, yalnızca estrojen vermenin tabiata aykırı olduğunu haykırdılar ancak seslerini duyurmaları mümkün olmadı. 1975’e gelindiğinde, progesteron eşlik etmeden sadece estrojen verilen kadınlarda uterus (rahim) kanserleri ortaya çıktı. Fizyoloji ve fonksiyona sırtını dönmemiş doktorlar için hiç de sürpriz olmayan bu gelişme üzerine tıp dünyası, kısa ve bir süre için ve zorunlu olarak da olsa, Tabiat Ana’yı, yani kadın vücudundaki estrojen-progesteron dengesini hatırladı: “Belki de bu kanser, progesteron olmadan yalnızca estrojen verdiğimiz için” olmuştu. Progesteron eklediğimizde bunu önleyebilirdik. Böyle de yaptılar. Ancak gerçek progesteron yerine progesteron taklidi Frankenstein bir hormonsu, yani MPA (medroksiprogesteron asetat) kullanıldı. Ne de olsa MPA’nın patenti alınabiliyordu! Konu uterus (rahim) kanserlerini önlemekse,  hakkını yemeyelim, bu Frankenstein hormonsu bakın bunda başarılı oldu. Memede, beyinde ve kalpte ise gerçek yüzünü gösterecekti!

Aklıselim sahibi doktorlar hormon replasmanına değil, ama uygulamasındaki tabiat dışı yaklaşıma karşı çıktılar. Sonunda hormon ilaçlarının üreticisi Wyeth firmasının desteğinde de olsa, esas olarak Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün (NIH) organize ettiği büyük bir çalışma planlandı: WHI (Women’s Health Initiative) çalışması.

WHI çalışması: Post-menopozal hormon tedavilerinde tüm dünyanın alt üst olmasına yol açan ve 2002 yılına kadar neredeyse her kadına önerilmekte olan hormon tedavilerinin, o günden sonra hiçbir kadına uygulanmaması diye bir sonuç doğuran, tıp tarihinin en meşhur çalışmalarından biri. Bu çalışma bana göre aynı zamanda A’dan Z’ye her şeyi ile tıp tarihindeki en büyük birkaç suçtan biridir. Bugün kadınlara ihtiyaçları olan hormonların verilmiyor olmasının nedeni de “keşke bu kötü bir şaka olsaydı” diye nitelediğim bu berbat çalışma ve onun medyada yarattığı orantısız sansasyondan başka hiçbir şey değil.

Bugün dünyada ve ülkemizde kadınlara ne menopoz-çevresi (peri-menopozal) dönemde ne de menopoz sonrası (post-menopozal) dönemde hormon replasmanı yapılmıyorsa ve bu yüzden yüz binlerce kadın gereksiz yere kalp ve damar hastalıkları, diyabet, felç, bunama, kalın barsak kanseri  ve hatta progesteron eksikleri zamanında yerine konmadığı için meme kanseri ile hayatlarını daha erken kaybediyorlarsa, bunun nedeni işte bu değersiz, berbat çalışma ve bunun medyadaki sansasyonel yankılarıdır.

Bir sonraki bölümde, hala tıp dünyasının bilgilere yüzeyel yaklaşan  o büyük çoğunluğunu esir almış olan bu berbat çalışmadan söz edeceğiz

Hormon Replasman Tedavisine İlişkin Bildiklerinizi Unutun!

 “Neden bize burada WHI (Women’s Health Inititative) çalışması denen berbat çalışmadan söz etmek zorundasın? Biz doktor da değiliz ki. Bunun bizim için ne önemi var?” diye düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz. Neden mi? Şunu deneyin anlarsınız: Doktorunuza gidip “Menopoz dönemine yaklaştım/girdim. Vücut dengem bozulmaya başladı.  Hormon kullanmayı düşünüyorum. Ne dersiniz?” diye sorun. Kim olduğu hiç önemli değil: İster dayınızın oğlu Kulak Burun Boğaz’cıya, ister mahallenizdeki aile hekimine, ister üniversite kadın doğum profesörüne, işiteceğiniz yanıt hep aynı olacaktır: “Sakın ha! Meme kanseri mi olmak istiyorsun?”

Meme kanseri olmamanın yollarını bu kadar iyi bilen (!) bunca doktor arasında nasıl olup da meme kanserinin her yıl güçlenen bir salgın haline geldiği aklınıza takılsa da, size düşen -haklı olarak- doktorunuza inanmaktır. Her biri yıllarca okumuş, başarılı, zeki, yetenekli, son derece çalışkan ve iyi niyetli bir doktor ordusu bir konuda ağız birliği ediyorsa, doğru yanıt da herhalde budur: “Sakın ha!”  

İşte bu doktorlarınıza “Peki bu bilginin bilimsel kaynağı nedir?” diye soracak olursanız, pek çoğu “Benim branşım değil ama kadın doğumcu arkadaşlar hep öyle söylüyor. Daha ne olsun?” deyip çıkacaktır. “Branşları dışında(!) olan bu önemli konu hakkında kulaktan dolma olsun üç-dört cümle çıkartabilecek olana ise rastlayamayacağınızı garanti ederim.

Günümüz tıp yaklaşımının açmazı, biz “branşları dışında” diye yazarken bir kez daha ışıl ışıl parlıyor, bilmem sizin de gözünüz kamaştı mı? Hormon denen şeyin tanımında vardır: “Hormonlar, vücutta salgılandıkları yerden uzaktaki doku ve organları, vücudun tamamını etkileyen moleküller” diye. Buyrun böyle bir tanımı bir branş içine, yani vücudun bir coğrafik bir bölgesine sıkıştırın!

Yok, eğer aynı soruyu bir kadın doğumcuya soracak olursanız “Anladık “sakın ha!” hormon kullanmayacağız, ama hangi bilimsel nedenle böyle söylüyorsunuz doktorum?” diye, işiteceğiniz yanıt hep ve daima aynı olur: “WHI çalışması öyle söylüyor”  “Peki, o çalışma dışında dayanağınız var mı, varsa nedir?” diye hiç üstelemeyin, kaset çaresiz başa saracaktır: “WHI çalışması” İsterseniz deneyin kendiniz görün. Plak takılacaktır: “WHI çalışması”

İşte bu berbat çalışma,  böylesine büyük bir lanet olarak kadın sağlığı üzerinde tam 16 yıldır asılı duruyor. Biz de işte bu yüzden, tıp terminolojisi ve bilimsel ayrıntılardan uzak kalmaya çalışarak da olsa bu berbat çalışmayı burada afişe etmek zorundayız ki bunca gürültü arasından anlatacaklarımız işitilebilsin.

40 ayrı merkezde 27.327 kadının dahil edildiği WHI çalışması 1998 yılında başlamış ve 8,5 yıl sürmesi planlanmıştı. Çalışmada menopoz sonrası eksilen hormonların, yani estrojen ve progesteronun yerine konması ile menopoz sonrası kadınlarda hızla arttığını bildiğimiz kalp hastalığı, kemik erimesi, bunama gibi sorunların önlenmesi amaçlanıyordu. Hormon replasmanı hakkında zaten birçok çalışma yapılmıştı ama en büyüğü, en maliyetlisi bu olacak ve bu konuda “son sözü” söyleyecekti. Büyük olmasına büyük, ama bir o kadar da yanıltıcı bu çalışma, yol açtığı sonuçlar açısından bana göre tıp tarihinin en büyük insanlık suçlarından biridir.

Aslına bakarsanız, insanda hormon dengesi bozulduğunda eksilen hormonun dışarıdan verilmesi yalnızca kadın hormonlarına özgü değil. Hepimiz insülin veya tiroid hormonu kullanan birilerini tanıyoruz, öyle değil mi? Peki, kadınlarda kullanılan hormonlarda sorun neydi de bu hayal kırıklığı yaşanmıştı?

Çevrenizde tiroid hormonu ya da insülin verilen kişilere sorunuz: Bu kişiler, aldıkları hormonun dozunun ayarlanması için zaman zaman kan tetkikleri yaptırırlar. Böylece verilen hormon dozu kişisel ihtiyaca göre bazen artırılır ya da azaltılır. Tiroid hormon düzeyi takip edilmeden tiroid hormonu vermeyi hayal bile edemezsiniz. Şimdi bir de çevrenizdeki kadınlara sorun: İster polikistik over, ister endometriosis, ister menopoz yakınmaları için, isterse adet düzensizlikleri için olsun, onlara reçete edilen hormonların kan düzeyleri neden takip edilmiyor?  Neden kadın doğumcu arkadaşlar verdikleri hormon ilacı ile hormon düzeyleri dengeye gelmiş mi diye tetkik istemiyorlar? Ben söyleyeyim: Bakılacak olsa da tetkikte hiçbir şey  görülmeyecek de ondan! “Bu da ne demek?” diyeceksiniz. “Yani benim eczaneden aldığım hap içinde hormon yok mu? Bu nasıl olur? Yanıtlayayım: Evet var, hem de “güçlü” taklitleri var, ama ne yazık ki gerçek insan hormonları yok! İşte bu yüzden de ne laboratuvar cihazları onları görüp tanıyabiliyor, ne de sizin vücudunuz. Kafanız mı karıştı? Hiç karışık değil. Hemen açıklayalım.

Önce, daha da çarpıcı olarak anlatmak için şöyle ifade edeyim: Diyelim ki kadın doğum doktorunuz size adet düzensizlikleri, polikistik over ya da menopoz nedeniyle almanız için bir hormon hapı yazdı. Hepimizin bildiği gibi bu hapta kadınlık hormonları olan estrojen ve progesteron hormonları birlikte yer alıyor. Siz de günde bir tane içiyorsunuz. Siz tabii ki lütfen bu söyleyeceğimizi uygulamayın ama diyelim ki oturduğunuz semtteki eczanelerin tümünü dolaşıp hepsinin raflarında bu ilaçtan kaç tane varsa aldınız. Oturup hepsini bir tencerenin içine boşalttınız. Şimdi önünüzde koca bir tencere dolusu içinde estrojen(?) ve progesteron(?) olan hap var. Öyle ya, doktorunuz bunları estrojen ve progesteron niyetine yazmıştı. Sonra tutup önünüzde ne kadar hap varsa kaşıklayıp, bir tencere progesteron ve estrojen hapını yalayıp yuttunuz diyelim. Güzelce kana karışması için de 2-3 saat bekledikten sonra en yakın laboratuarda kanınızdaki estrojen ve progesteron ölçümü yaptırdınız. Değerler tavana vuracak sanıyorsunuz değil mi? Sürpriz: Laboratuvardan çıkan estrojen ve progesteron değerlerinizde, bir tencere hormon hapından sonra, bir milim oynama olmayacak! “Nasıl olabilir bu?” diyeceksiniz. Gelin yavaş yavaş anlatalım, nasıl oluyor.

WHI çalışmasında kullanılan hormonların, yani bugün hala doktorunuzun size estrojen (!) ve progesteron (!) niyetine yazdığı, sizin de eczaneden hap şeklinde alıp yuttuğunuz hormonların moleküler yapısı, yani etken maddesi, insan kanında milyonlarca yıldır dolaşan estrojen ve progesterondan ne yazık ki çok farklı! Sizin 30’lu yaşlarınızda kanınızda dolaşan, hamilelik döneminize damga vuran progesteron hormonuna örneğin kiraz dersek, size kiraz niyetine verilen şey vişne!

Eh, o kadar olur idare edin diyebilirdik ama vücut öyle demiyor. Demiyor, çünkü hormon dediğiniz şey basit bir mineral ya da vitamin değil. Hormonlar direkt olarak hücre DNA’sına yani hücrenin beynine, kumanda merkezine etki eder. Hormon dengemizin bozulmasının bizi hızla yaşlandırması, hastalıkları peşi sıra dizmesi ve sonunda bizi “oyun dışına atmasının” altında da zaten bu yatıyor!

Size doktorunuzun “Hormon mu? Sakın ha!” demesinin yegane sorumlusu olan WHI çalışmasında estrojen ve progesteron olarak estrojen ve progesteronun “kendisi” kullanılmadı! Bunlar yerine bu hormonların ilaç firmalarınca üretilmiş, FDA ruhsatlı patentli “taklitleri” kullanıldı. (Bugün de eczanenizin raflarındaki haplarda bu hormonların “kendisi” yok. Taklitleri var) Estrojen niyetine (!) CEE olarak kısaltılan konjuge equine estrojenler, progesteron olarak da medroksiprogesteron asetat kullanıldı. Peki, neydi bu, akıl almaz biçimde günümüzde hala reçete edilen, sokağımızdaki eczanenin raflarında her zaman bulabileceğimiz  “konjuge equine estrojenler” ve “medroksiprogesteron asetat (MPA)”?

Konjuge equine estrojenlerin ismi equus caballus‘tan geliyor. Equus caballus, bildiğiniz beygirin latincesi. Yani kadınlara insan estrojenlerini vermek yerine hamile at estrojenlerini vermeyi uygun gördüler. “Yahu bu neden peki?” derseniz, doğal insan estrojenlerinin patentini alamazsınız. O zaman para da kazanamazsınız. Sonunda para kazanamayacağınız bir iş için de bu tür büyük çalışmalara milyonlarca, bazen milyar dolar yatırmanız akıllıca olmaz çünkü sonuçta yararlı çıkıp ruhsat alan ürünü sadece siz değil başkaları da üretip piyasaya sürüverir. Ne anladınız bu işten, öyle değil mi?

“Peki, neden başka hayvan değil de at?” derseniz, “Çünkü at estrojenleri insanınkine en yakın hayvan da ondan” demek isterdim ama ne yazık ki öyle değil. Atları hamile bırakırsanız hayvanın idrarında daha bol estrojen çıkar. Atların hamileliği çok uzun sürer. Mesaneleri büyüktür. Sakin hayvanlardır. Saman ucuzdur. Doğru bir yatırım gibi görünüyor. Özellikle ortaya çıkan estrojen taklitlerinin karışımı için bir patent almışsak! Bu garip karışımlar, eczanelerimizde ve reçetelerimizde hala yerlerini koruyorlar.

“Peki, at estrojenleri insan hücresinde iş görüyor mu?” diye soracaksınız. Bu, “iş görmek”ten ne kastettiğinize bağlı! Bugün hayatımıza giren plastikler, BPA, özellikle hayvansal gıdaların yağlarında biriken organoklorin zehirlerin tümü birer xenoestrojen’dir. Yani hücrede estrojenin bağlandığı reseptörleri (alıcıları) uyarabilirler. Bunların da estrojen gibi “iş gördükleri” şüphesiz. Fakat aynı işi gördüklerini söylemek mümkün değil.

Hormonlar hücrede basit ayak işleri yapmazlar. Sıradan kimyasal reaksiyonlarda rol alan sıradan moleküller değillerdir. Bunlarla uğraşmak yerine direkt olarak hücrenin kumanda merkezine, yani çekirdek DNA’sına bağlanarak hücrenin sevk ve idaresine ilişkin komut verirler. İsterseniz hormon molekülünü bir anahtar olarak, hormonun hücre çekirdeğinde bağlanacağı reseptörü de bir  anahtar yuvası gibi düşünelim. Bu anahtarın yuvaya mükemmel olarak oturması ve uyması şarttır. Bahçe kapısının anahtarı belki tam oturmasa da biraz zorlayarak açarsınız sorun da olmaz. Radyo frekansı tam tutmasa da dinleyebilir ve söyleneni anlarsınız. Ses biraz parazitli olur o kadar. Ama DNA üzerindeki “yuvanın ona tam uymayan bir anahtarla zorlanması” demek, hücreye verilecek mesajlarda parazit demektir ki, işte bunun sonuçları çok çok farklı olabilir!

Aşağıdaki şekilde, temsili olarak, bir hormon molekülünün yani anahtarın hücre üzerindeki reseptör yuvasına nasıl birebir uyması gerektiği gösterilmiş. İşte ancak bu durumda, hücre DNA’sı doğru bir mesaj alabilir